Kibar ÖZKAN BEKTAŞ

Tarih: 15.09.2025 12:18

Bir Bayram Şekeri Anısı ve Diğerleri

Facebook Twitter Linked-in

Bir Şeker Bayramı günü... Annemle ikimiz konu komşu ziyaretine gitmiştik. Sırayla uğramamız gereken evlere girdik. Eve dönüş yolunda Güneş ablanın evine de uğradık. Hemen şeker ve kolonya ikram etti. Ben bir tane şeker aldım. O, “Bir tane daha al.” dedi. Ben bir tane daha aldım. Sonra, “O diğer şekerden de al.” dedi. Üç tane şeker almıştım. Annem tebessümle bana bakmıştı. :) Bu arada, “şeker” dediğime bakmayın; pahalı çikolatalardı.

Bugün düşünüyorum da sınıf ayrımlarının en çok ortaya çıktığı anlardır bayramlar. Her şey net, sınırlar keskindir. Bunu, size ikram edilen bir şekerin ambalajından anlarsınız. Ayrımına varmasanız bile hissedersiniz. Böyle olunca düşünün; ev sahibi, kendi rızası ile hem de ısrar ederek ve gülerek bana o pahalı çikolatalardan almamı söylüyor... Güneş abla “güneş” gibi sıcacık hissettiriyor bana. Ve çocukluğuma dair en güzel hatırladığım bayram anılarından birine de dahil oluyor.

Çocukluk işte; iyisi de kötüsü de kolay kolay unutulmuyor.

Çocukluk travmasından bilen de bilmeyen de bahseder. Kimi bilimsel gerçeklerle yani yapılan deney ve araştırmalarla, kimi de kendi yaşadığı ve gözlemlediği kadarıyla anlatır.

Yanlış bildiğimiz doğrular, doğru bildiğimiz yanlışlar; bilgi erozyonunun yoğun olduğu bu dönemde yaygın bir çelişkidir. Özellikle sosyal bilimler başta olmak üzere pozitif bilimler dahi kesinlik içermez. Ancak insanlığın deneyimleri ve bunların görünür olması, birtakım düşüncelere ve yargılara hâkim olabileceğimiz gerçeğini ortaya koymuştur. Ya da bazı duygu ve düşüncelerin doğruluğu birkaç kişi tarafından onaylanmasa dahi, bir kişinin yaşamış olması gerçeği onu kutsal kabul etmemize yetmelidir bu çağda.

Birçok kişiyle konuşuyorum, gözlemliyorum. Ve artık çocukluğundan yara almış insanların tam olarak hissetmeleri ya çok zor ya da imkânsız oluyor yetişkinliklerinde. Mesela, orta-alt sınıfa ait bir çocuk; geleneksel mahallesinde ne kadar kendini eksik hissettirilmişse, yetişkinliğinde maddi manevi gözle görülür bir güce kavuşsa dahi “tam” olamıyor.

Buradaki “tam” kavramını da şu şekilde açıklayayım: Bireyin, toplum nezdinde ve kendi iç dünyasında daha fazla dürtü ve isteklerinin olmaması durumu. Çocukluğunda yaralı kalmış birey ne yaparsa yapsın ya toplum nezdinde onay alamıyor ya da elde ettiği maddi-manevi gücü elinde barındıramıyor.

“Yaralı” sözcüğünü de açmam gerekecek: Çocukken çevresine göre daha kullanışsız bir evde oturmak, daha ucuz kıyafet giymek ya da okulda daha ucuz araç-gerece sahip olmak veya olamamak... Tüm bu eksikliğin getirdiği manevi yetersizlik. Örneğin okulda başarısız olma gibi.

Sınırları adeta demir bir zırhla çizilmiş olan sınıf ayrımı ihlalini bir şekilde aşan birkaç şanslı bireyden biri, ne yaparsa yapsın bu yaftadan kurtulamıyor. Sebebi, kibirli insan ruhunun diğerini küçük ve hakir görmeden kendini var edememesi. Kendi kıyasını, bir başkasını ancak kendi kriterinden aşağıda kaldığında anlayabilmesinde yatıyor.

Peki, ne yapmalı?

Değerimizi kıyas yapmadan, kendi iç tatminimizle kutsamalıyız. Ve deneyimlerle öğrendiğimiz kutsal yaşamımızı, hakir görmeden basitleştirmeliyiz. Hiçbir mutluluğun ve mutsuzluğun kalıcı olmadığı bir gezegende hepimiz, aynı uzuvlara sahip olarak, aynı berbat hazların peşinden gidip, aynı küstah dürtülerle harekete geçiyoruz.

Ancak bu seviyeye gelip kişinin, kendini değerli kılarken yaşamını basite indirgemesi, yaşamda uygulanabilirliği kolay bir durum değil. Düşünün ki eski dönemlerde dahi tuvalete gittiğini hiç kimsenin görmemesini isteyen krallar varmış. Sırf bu olağan insani eylemi kendine yakıştıramadığı ve diğer insanlardan kendini ayırt etmek istediği için... Ne kadar da hastalıklı bir düşünce!

İşte bu “diğerlerinden farklıyım” düşüncesi, savaşların da başlamasına sebep olabiliyor. Tarihte yok sayılan ve dışlanan çocuklar, bir şekilde “Buradayım ve varım!” demek için türlü vahşetlerin ilk adımını atıyor. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından, bu davranışları yaşadıklarının doğal sonucu olarak görülüyor. İradesini terbiye ederek şefkat duygusunu herkesin geliştirmesini bekleyemiyoruz nihayetinde.

O küçük mahallelerde ve çevrelerde, koca koca yetişkinlerin yok sayıp küçük düşürdüğü bu çocukluk travmasına sebep olmamak için, “Bu önemliyim ama sıradanım da.” düşüncesini yerleştirmeliyiz. Bunu da sosyo-ekonomik olarak eşit işe eşit ücret mantığıyla ya da en azından Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk üç basamağına herkesi ulaştırarak sağlamalıyız.

Ey güzel kardeşim, sen en azından şimdi şunu söyleyebilmelisin kendine:

Senin konforlu bir evinin olması seni kutsal yapmaz.
Senin altın oran yüzün seni kutsal yapmaz.
En nihayetinde geçici olarak buradasın.
Bir gönül al, ya da bir gönlü kırma. Kâfi.

Sevgilerimle.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —