Metrodayım. Yaz sıcaklarına uygun, kişisel tercihlerime göre tutarlı bir kıyafet giymişim. Yine yaz olması hasebiyle, şehrin sakinleşmesiyle metroda oturarak gitme şansını yakalamışım. Kulaklığımı takmış, enerjimi bir kat daha yükselten müzikler dinlediğim esnada, orta yaşlı bir kadınla göz göze geldik. Biraz bekledikten sonra kadın yanıma geldi.
“Diziniz açılmış. Kapatın isterseniz,” dedi.
Şaşırdım! Hemen kıyafetime baktım. Bir sorun göremedim açıkçası. Yine de “tamam” dedim. Uzun zamandır öğrenmiştim bazı insanlarla az konuşmanın yerindeliğini.
Metrodaki hiç tanımadığım kadın, görece bana iyilik etmişti. Kulaklığımdaki şarkıyı yeniden başlatan bana ise bir sürü soru kalmıştı. Vücudumda absürt bir yerim açıldıysa kadın neden bir süre beklemişti de beni uyarmamıştı? Ki ben baktığımda da kendimde bir absürtlük görememiştim. Sadece dizim göründüyse, onu kapatmam için beni neden uyarmak istemişti?
Cevapların bir kısmı, yıllardır istemsizce ya da doğrudan maruz kaldığımız siyasal söylemlerin etkisiyle bu diyaloğu yaşamama etki etmiş olabilir. Kabaca mesele, kadınları cahiliye dönemindeki gibi kapatmak, yok saymaktı.
Kıyafet Denetim Aracına Dönüştü
Giyinme, zamanla öğrenilen, kültürel gelişimle şekillenen bir pratiktir. Ancak bu pratik, tarih boyunca kadınlar üzerinde bir denetim aracına dönüşmüş, kıyafet üzerinden kimlikler sınırlandırılmıştır. Kadın bedenine yöneltilen “kapatma” baskısı yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel bir kuşatma anlamı da taşır.
Giyinmek, aynı zamanda her birey için kişisel bir ifade biçimidir. Kimi sade bir kıyafetle huzurlu hisseder, kimi gösterişli bir kombinde kendini bulur. Fakat özellikle kadınların kıyafet seçimlerine yönelik yapılan dayatmalar çoğu zaman bireysel tercihlere değil, toplumsal normlara dayanır. Bu normlar genellikle kadınları görünmez kılmaya, bedenlerini “gözden ırak” tutmaya odaklıdır. Oysa kıyafet, kişisel bir zırh olduğu kadar, duygusal bir batarya da olabilir; insanı güçlendiren, özgürleştiren bir katman.
Toplumlarda giyime dair kurallar, zamanla medeniyetin bir göstergesi olarak sunulmuştur. Evet, belirli sınırlar içinde toplumsal yaşamın gereği olan bazı ortaklaşmalar olabilir. Ancak bu sınırlar, özellikle yaş ilerledikçe artan tutuculukla kadınlara yönelik baskıcı bir çerçeveye dönüşmektedir.
Özellikle günümüzde kadınlar arası ilişkilerde, yaşla birlikte artan muhafazakâr bakış açısı, diğer kadınların kıyafetlerine müdahale hakkını kendinde görmeye kadar uzanmaktadır. Bu tutumun temelinde genellikle “ahlak”, “gelenek” ya da “göz zevki” gibi öznel gerekçeler yer alır. Ancak bunların hiçbiri, bir başkasının bedeni üzerinde hak iddia etmeye yetmez.
Bir başkasını zihninde “giydirmek” – yani onun nasıl görünmesi gerektiğine karar vermek – aslında en mahrem alana, tercihlere ve benliğe bir müdahaledir. İnsan bedeni doğanın bir parçasıdır; güneşi hissetmek, rüzgârla temas kurmak, yağmurda ıslanmak gibi yaşamsal anlara dahildir. İnsan doğduğunda çıplaktı. Derisi onun ilk giysisiydi.
Bedeni sürekli kapatma fikri, insanın doğayla bağını da keser. Hissizlik bir çeşit ölümdür; hissetmek ise yaşamın ta kendisidir. Kadının eskiye nazaran daha çok görünmesine karşı geliştirilen refleks, medeniyet çağıyla ters orantılı olarak, çoğu zaman koruma içgüdüsüyle gelen bir “kapatma” eğilimi durumunu yaşatıyor. Ne yazık ki bu eğilim, kadının kendini ifade etme hakkını sınırlıyor ve kendi bedeniyle olan bağını zedeliyor.
İnanç gereği örtünmek de bir tercihtir ve saygı duyulmalıdır. Fakat mesele inançtan çıkıp bir toplum baskısına, bir norm zorlamasına dönüştüğünde, bireyin varoluş hakkı sorgulanmaya başlıyor.
Kıyafet, insanı utandırmak ya da saklamak için değil, tamamlamak, anlatmak ve yaşamak için vardır. Kadınların kıyafetlerini kapatma fikri, onları görünmez kılmaya, kamusal alandan uzaklaştırmaya ve varlıklarını “makbul” kalıplara sokmaya çalıştığında, yıllarca kadın özgürlüğü için verilen bedellerin hiçe düşmesine sebep olabilir.