Mustafa Remzi Özbadem


Hanım Efendi

Asık yüzlü, sert mizaçlı ama içinde derin bir geçmiş ve yaşanmışlık taşıyan Naciye Hanım’ın yaşamından kesitler. Dış dünyaya karşı koyan o “cadı” imajının ardında saklı kalan cennet gibi bir bahçe ve unutulmaz anılar...


“Zamanında pahalı albümlerde büyük bir özenle sıralayıp, her gelene çocuk gibi sergilediğiniz ve bu arada iki demlik çayı bitirdiğiniz o fotoğraf albümleri zaman geçtikçe el çektirir kendinden. Öyle ki bir gün o albümleri elinize alıp bakmak istemez, sandıklara tıkarsınız. Çünkü o resimlerde büyüklerden ve dostlardan geriye neredeyse sadece siz kalmışsınızdır.

O albüm bir nevi sizin mezarlığınız olmuştur.”

...

Asık yüzlü, genelde ağzı küfür dolu yaşlı bir kadın. Ağır demir kapısı doğrudan sokağa açılan, iki katlı, eski bir Rum evinde yaşıyordu. Taş duvarlarını saran yosun tabakası, yer yer dökülmüş sıvanın altından yeşil yeşil bizleri izliyordu.

Her sabah kapısının önünü süpüren, gelen geçen motorculara, yüksek sesle ya da hızlı geçen araçlara küfür eden, bildiğimiz tek ziyaretçisi on yedi yaşında, torunu olduğunu öğrendiğimiz gencin babaannesi.

Ortağı olduğum iş yerinin önünü “Herkes kapısının önünü süpürürse temizlik, düzen olur.” düşüncesi ile süpürüp hafif de sulamıştım. Züğürt Ağa misali kapının önünde sandalyede oturmuş İzmir-Alsancak semtinin dar ama en hareketli sokağından gelip geçeni izliyordum.

Biraz sonra elinde süpürgesiyle kapının önünde göründü yaşlı kadın. Tam anlamıyla masallardaki o süpürgeli cadılara benziyordu. Bir elinde süpürge, diğer eli belindeydi; kapının önünde dikilip yere baktı. Sonra bana bakıp, bana doğru yöneldi. Sandalyeden doğrulup ayağa kalktım; saygı ağırlıklı, biraz da korkudan. Yanıma gelip:

— Sen mi süpürdün kapımı?

— Belki de bugün kapınızın önü temizdir hanımefendi!

İlk sohbetimiz bu.

“Her an süpürgeyi kafama yiyebilirim.” diye düşünüyordum. Korkuyordum.

— Hanımefendi mi?
Dedi sesini aşağı çekerek. Şaşkın duruşu dikkatimi çekti.

— Kusura bakmayın, dalga geçmiyorum. Ama abla da diyebilirim. Ya da size nasıl seslenmemi isterseniz.

Gözlerime baktı. Bir anda dönüp evine doğru yöneldi. İçeri girip; eski, ağır demir kapısını tekrar kapatıp kilitledi. Acaba hangi düşünceler içindeydi? Yanlış bir şey mi söyledim? İlerleyen saatlerde ya da bir gün ne yaşayacağım bu yaşlı kadınla? Kanlısı mı oldum şimdi acaba?

Bekleyiş fazla sürmedi.

Yaklaşık yarım saat kadar sonra yaşlı teyze iş yerine girerek bana;

— Ortağın geldiği zaman seni çay içmeye bekliyorum. Ve bir iki eşyayı itmek için bana yardım edersin.

— Tamam hanımefendi.

— Abla de sen. Naciye abla.

— Tamam Naciye abla.

Bana ters köşe yapmıştı tam anlamıyla. Tanımadığım bir insanın evine gitmemek için “İşim var maalesef, yoğunum.” dedim ama teşekkürler, yolunu. Bana eşyalarını itme kalkanı ile bitirmişti tam anlamıyla. Yardım istenilen yere gitmek, el uzatanın elini tutmak öğretileri devreye girmişti. Yani kurtuluş yoktu.
O eve girilecek, o çay içilecek.
Belki de beni birkaç sene sonra bu evin bodrum katında, kavanozlar içinde, parçalanmış şekilde bir buzdolabında ya da gömülü olarak bulacaklar. Senaryolar, vesveseler ile çoğalırken beynimde başta verilmiş o “gelme” onayından dönme çok zor artık benim için.

Ortağım, çok sevdiğim bir abimdi. Gelir gelmez:

— Abi, ben karşıya geçiyorum. Naciye ablaya.

— Naciye abla kim abisi?

Yaşlı cadı desem anlayacaktır ama yaşanan o kısa an bu betimlemenin önünü kesti.

— Karşı komşu abi. Şu eski evde oturan yaşlı bayan. Çaya çağırdı. Birkaç eşyası için yardım istedi.

— Evet abisi. Ama dikkat et.

70 yaş üzeri bir kadın ama öyle bir imaj, bir korku bırakmış ki benim gibi bir pehlivan için bir “dikkat et!” uyarısı bırakıyor.

Saçımı, başımı tekrar kontrol edip evin önüne geldim. Zile basmadan önce son kez arkama dönüp iş ortağıma baktım.
Ve o zile bastım. İçeriden, biraz uzaktan bir ses:

— Geliyorum!

Kısa bir bekleyişin ardından demir kapı gıcırdayarak açıldı. Cadı, pardon Naciye hanım kapıyı açtı ve:

— Gel oğlum!

Kapının ardında evin ön alt kısmından, yukarı doğru, arka birinci kata kadar uzanan uzun bir merdiven vardı. Eski mozaik taştan kare karolar vardı. Loş bir ışık, merdivenin yukarıya açılan kısmı, zannedersiniz ki “öldünüz de öteki tarafa açılan”, size o “gel gel!” diyen kapı. Işık da bana “gel” diyor yani. Abla önde, ben biraz arkada yukarı çıktık. Merdiven bitimine birkaç basamak kala yavaşladım.

Şaşırmıştım.

Çünkü İzmir’in, Beyoğlu’su diyebileceğimiz o semtte yani Alsancak’ta duymadığımız tek şey vardı: kuş sesi. Ve bitime ulaştığımda gördüğüm manzara ile tam anlamıyla şok olmuştum.

Evin ön tarafı, yani sokak tarafı cehennem ise, arka taraf bir cennetti. Arkada yaklaşık yüz metrekarelik bir bahçe; ortasında koca bir çam ağacı, yaklaşık 30 metre yüksekliğinde, bahçenin büyük bir kısmına şemsiye görevi görüyor. Üstündeki kuşların sesleri, dallar arasındaki oynayışları... O koca şemsiyenin altında o nostaljik, ahşap oturma grubu, çeşitli çiçekler saksılarda rengârenk. Bir de küçük güzel bir süs havuzu. Dışarıdan hemen hemen gelen hiçbir sesi duymuyordum. Boyut değiştirmek bu olsa gerek. Beni tokatlayan o şok dalgası yerini anlamsız bir huzura bırakıyordu.

Evet!
Bu!
Huzur...

— Evladım, sen istersen oturma odasına geç. Ben çayları getireyim.
Bir kapıyı gösterdi bana.

— Yardım edeyim sana abla.

— Yok be ablam, yaslı mıyım ben?

Gülümseyerek elimle “tamam” der gibi yaptım.

Kapıya doğru yöneldim. Kapı iki parçadan oluşuyordu. Hani ikisini açtığınızda oda bir büyük balkona dönüşür ya! İşte onlardan. Kapıyı açıp içeri adımımı attığımda tam anlamıyla donup kaldım. Zannedersiniz ki elinizde zaman makinesi, elli-altmış yıl öncesine dönmüşsünüz. Mobilyalar, dekor, halı, tavandaki lamba... Her şey tarih. Birazdan eski Yeşilçam oyuncularından rahmetli olmuş Belgin Doruk mutfaktan hazırladığı yemeği getirecek. Masayı hazırlarken Ayhan Işık işten gelip kapıda dikilecek. Ben de kenara çekilip onların o mutlu aile tablosunu izleyeceğim.

— Girsene içeri evladım.

Ben o eşikte ne kadar kitlenmiş, beklemişim bilmiyorum ama Naciye hanım gelmişti bile.
Çaylar yine o eskilerin dizaynı çay seti ile yapılıyordu. Altın yaldızlı bardaklar, çay kaşıkları, şekerlik ile aynı desende, gül işlemeli. Biri beni ancak bu kadar manipüle edebilirdi. Başarmıştı hanımefendi. O çayları doldururken gözüm duvardaki kaliteli çerçevelerdeki siyah-beyaz fotoğraflara takıldı. Genelde takım elbiseli beyler ve zamanın o meşhur güzel kadınları konuydu duvarda. Biraz dikkat edince resimlerdeki kadınların genelde bir kişi olduğunu fark ettim. Yeşilçam güzeli gibiydi.
Belgin Doruk, Filiz Akın, Fatma Girik, Türkan Şoray gibi. Bir yudum çayı yudumlayıp:

— Abla! Bu kadınların hepsi sen misin?

Yüzünü biraz buruşturup:

— Evet ablası.

Tabii ki oydu. Yoksa neden bir kadın, diğer bir kadının resimlerini duvarına asacak ki?
Bu kadın kimyası ile ters bir davranış.

— Beğendin mi resimleri?

— Ablacım, beğenmek ne demek?
O zamana geri dönebilsem senin peşini hiç bırakmazdım inan.

Lan!
Ne dedim ben şimdi?
O kadar dalmışım ki sesli düşünmenin kurbanı olmuştum. Kesin o an utançtan mosmor olmuştum. Yüzüm ateş gibi yanmaya başlamıştı. Bana gülümseyerek baktı ve:

— Sıra sana gelene kadar çok beklerdin. Bekle bak. Sana bir şey göstereceğim.

Desenli camları, büyük işlemeli ahşap vitrinin çekmecesinden bir fotoğraf albümü çıkardı. Yavaş yavaş gelip yanıma, masanın kenarına oturdu. Albümün önünde “1960 ve devamı yıllar” yazıyordu. Yan yana oturup resimlere bakmaya başladık. Resimlerdeki kadına aşık olmamak inanın mümkün değil. Giyimi, duruşu, bakışı ile zamanın prensesi. Bununla beraber yanındaki beylerin tamamı takım elbiseli, kelli-felli adamlar. Her resmi bana uzun uzun anlatıyordu. Anlatırken gözlerindeki ışığı görebiliyordunuz ve bu ışığın yansıması sizi aydınlatıp ısıtıyordu.

— Ben zamanında çok hareketli bir kadındım. Ailem varlıklı olduğu için genelde yüksek mevkilerde insanlar içerisinde kontak halinde olup onlarla dostluklar kurardım. Bak mesela şu İzmir milletvekili Ahmet..., bu ünlü iş insanı Mehmet... Biz bir büyük camiaydık. Ama şimdi...

Gözleri takıldı, boğazına bir şeyler tıkanmış gibi kalakaldı, son resmi gösterirken. Parmağı ile resme dokundu bir daha. Bir adam; yakışıklı, boylu poslu, bir manken edası ile dikilmiş genç Naciye’nin gözlerinin içine bakıyor fotoğrafta. Dikkatimi çekmişti o anın havası.

— Bu kim abla?

— Bu mu?
Bu özel biri. Benim eşim. Gideli çok ama çok oldu.
Bensiz gitti.
Allah canımı da almıyor ki kurtulayım şu pis dünyadan.

Bir anda o cennet bahçesindeki Naciye hanımdan, az evvel bir melek gibi geçmiş ile şimdiki zaman arasında köprüler atan kadından, yine o huysuz, kaba, asık suratlı cadı çıktı sanki.

— Hadi oğlum. Benim işlerim var. Senin de işin gücün çoktur. Sonra bir gün görüşürüz. Ha, bir daha da kapımı süpürme. Gördüm senin süpürdüğünü. Düzenimi bozma.

???

Beyazdan siyaha geçiş, grinin tonları ile olur ise belki bir farklı güzellik yaşatır insana. Ama böyle doğrudan bir geçişin adı körlük olur. Tam anlamıyla kör oldum o an. Çay ve sohbet için teşekkürlerimi sunduktan sonra yine geldiğim o dar, uzun ve loş merdiven boşluğundan aşağı inip dışarı çıktım. Kapı arkamdan kapanıp kilitlendi. O an ne olduğunu anlayamadığım sonucun bende yeri ve anlamı şimdilerde çok farklıdır.

Kısa bir zaman sonra Naciye ablanın öldüğünü duydum. Hem de evi kontrole gelen torunundan. Torunu ninesi telefona çıkmayınca eve gitmiş.
Onu koltuğunda; elinde eski albümler, eski bir taş plak eşliğinde, koltuğunda uyur iken bulmuş. Ebedi uykusunda yani.

Semtin o “cadı” Naciye hanımını o evin sadece yol tarafında yapıyordu cadılığını. Çünkü zaman bu tarafta akıyordu; tüm kötülüğü, kini ve dönekliği ile. Ama o uzun ve loş merdivenin ucunda onun dünyası vardı; tüm kalanları ile. Çocukluğu, genç kızlığı, olgunluğu, tüm güzel insanları ile. O orada mutluydu, o orada gerçekti, o orada gerçek Naciye idi.

Naciye Hanımefendi.

Ömrünüz onunki kadar mutlu, renkli, dolu olsun. Gidişi de bir bu kadar temiz ve sessiz olsun diyorum.

“Gülümseyin...”

Adıyaman

19.07.2025

  • İMSAK 03:31
  • GÜNEŞ 05:13
  • ÖĞLE 12:38
  • İKİNDİ 16:30
  • AKŞAM 19:54
  • YATSI 21:28

Almanya'da Kültür Bakanı Weimer, ülkede fikir çeşitliliğinin tehdit altında olduğunu belirtti

Almanya'da doğum oranlarındaki düşüş 2024’te de devam etti

Hamburg Hofweg’de Yıkım Endişesi: Kiracılar Lüks Konutlara Kurban mı Ediliyor?

Bremen’in İlk Çırak Yurdu Tamamlanmak Üzere: Uygun Fiyatlı Konutlar Sonbaharda Hizmete Açılıyor

Lübeck'te 14 Yaşındaki Çocuk Kayboldu: Polis Benjamin Q.’yu Arıyor

Lübeck Halk Eğitim Merkezi’nde Mezuniyet Sevinci: 13 Kişi ESA Diplomasını Aldı